27 Haziran 2021 Pazar

Cehaletin sisli buğusuna gömülmüş köyler

Büyükşehirlerin plansız büyümesi sonucu giderek çekilmez bir hale dönüşmesi  gözleri köylere çevirmeye başladı. Fakat köye gidenler pek fazla  umduğunu bulamıyor. Bir iki nesil önce terk ettiğimiz, kaderine bıraktığımız şimdilerdeyse nüfusun sadece %7’sinin  yaşadığı köyler cehaletin sisli buğusuna gömülmüş durumda.

100 nüfuslu bir köyde bile 2 cami bulunurken vakitlerde cami başına 6-7 cemaat düşüyor. Diğer yandan eğitim, tarım, hayvancılık, sağlık gibi konularda köylerde uzman bulunmaması köyleri büyük bir karanlığa gömmüş. Bir köy düşünün okulu yok, öğretmeni yok, veterineri yok, ziraatçısı yok, doktoru yok, hemşiresi yok, sağlık ocağı yok, kütüphanesi yok. Ama iki camisi var.

Adnan Menderes döneminde toprak ağalarının isteği üzerine halkı cahil bırakıp başkaldırmasına engel olup daha fazla sömürebilmek için kapatılan Köy Enstitüleri’nden sonra köylerde  eğitim ve kültür alanında  büyük bir gerileme baş göstermiş durumda.  Eğitimli insan sayısı hem çok az hem de içinde yaşadığı durumu ayırt edebilecek bir algılama kapasitesi, geleceğini sağlıklı bir şekilde planlayabilecek bir vizyon yok.

Büyükşehirden kaçıp internetten gördükleri ilanlarla köylerden arsa alanlar, düşünmeden büyük paralar yatırıp villalar yaptıranlar daha sonra büyük bir pişmanlık içine giriyor. Havası güzel, suyu güzel, tabiatı güzel, sakinlik güzel fakat cehalet, geri kalmışlık, dedikodu had safhada. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla popüler kültüre boğulan köylerde foklorik öğeler kaybolmuş.  Misafirperferlik, misafire “hoş geldin” deme, yaşlıya – güçsüze sahip çıkma, haramdan korkma, başkasının malına zarar vermeme, almadan vermeyi bilme dönemi  çoktan kapanmış. Binlerce yıldır taşınan kültürel doneler, ananeler yerini alışveriş hırsına, gösteriş yarışına, saygısını yitiren komşuluk ilişkilerine bırakmış. İmece kültürünün kaybolduğu köylere geldiğinizde çocuğunuza içirebilmek için 1 litre süt bile bulamıyorsunuz. Süt üretiminde modern yöntemlere geçen köylüler, soğutmalı kazanlarından köy halkına süt satışı yapmak istemiyor. Daha çok para kazanma hırsı köylerde eski gelenekleri, paylaşım kültürünü, takası bitirmiş. 

Oysa çok değil, 20 sene öncesinde her şey çok daha farklıydı. Köylerin foklorik değerlerinden hızla uzaklaşması,  popüler kültürün hızla oluşan boşlukları doldurması, eğitimsiz-bilgisiz-görgüsüz bir alt yapıda toplumsal değerleri fark edilir derecede sarsmış. 

Tabii işin sosyo-kültürel yanı bir yana bir de ekonomiye yansıyan tarafı da var. Büyükşehirler, köylerin geldiği bu hazin sonu pazar tezgahlarında yüksek fiyatlarla hissederken aslında buzdağının görünmeyen kısmı çok daha derin. Köyün kaybolması demek “sadece gıda zincirinin yok olması demek” değil. Veterinersiz, öğretmensiz, ziraatçısız köylerde sağlıklı bir üretimden bahsedemezsiniz. Okulsuz, kütüphanesiz bir köyde çocukların gelişmesini, dünyaya geniş ufuklardan bakabilmesini, kaliteli üretim ve tarım yapabilmesini sağlayamazsınız. Sanattan, kitaptan, bilgiden ve eğitimden kopuk bireylerin 2021 Türkiyesi’nde toplumu yukarı taşımasını bekleyemeyiz.

Sonuçta eleştirinin yerini yargısız infaz, konuşmanın yerini kavga, paylaşmanın yerini kuyu kazma, anlayışın yerini saygısızlık, imecenin yerini üretimsizlik alır.

Cehaletin sisli perdesine gömülen köylüyü bu girdaptan çıkarabilecek, köylünün örnek alıp gelişmesine fırsat verebilecek hiçbir öğe ne yazık ki henüz yok.

GÜLTEN MERT

11 Haziran 2021 Cuma

Pandemi yokuşunun sonu

Pandemiyi dev bir yokuşa benzetiyorum. Neden mi?

 

Hayatımız doğal akışında ilerlerken ayağımıza takılan taşlar, yolda karşımıza çıkan küçük engeller olurdu, bazen de düşerdik. Hayat devam ettiği sürece de düşe kalka ilerlemeye çalışırdık.

11 Mart 2020'den bu yana neredeyse 1,5 yıldır hayat donma noktasına geldi. Kendimizi dev bir yokuşun başında bulduk.  Öyle dev bir yokuş ki zamanı durduran, tüm pozitif ilerlemeleri yavaşlatan, sabrı zorlayan ve insanı bir hayli yoran bir yokuş.

Şu ana kadar 50 bine yakın insanımızı kaybettik. Dünya genelinde ise 4 milyona yakın kişi Covid- 19'dan hayatını kaybetti. Bu süreçte üniversite kampüsleri boş kaldı, okul çocukları eve kapandı, esnaf iflasın eşiğine geldi, toplum eğlencesini yitirdi. Tiyatro salonları, sinemalar, konserler seyircisiz kaldı. Kısıtlama günlerinde büyük kitleler ev hapsine maruz kaldı.

Evden çalışanlar bulaş ortamlarından uzak oldukları için şanslı gibi görünseler de özel hayatla iş yaşamının iç içe geçmesi ev yükünü arttırdı. Bir yandan bitmeyen bulaşıklar, pişmesi gereken yemekler, temizlenmesi gereken ev ortamı diğer yandan işe yetişme, işi tamamlama hızı derken evler zamanla yarış pistine dönüştü. Hele evde online eğitim gören okul çocuğunuz varsa bir diğer işiniz de "ev/ebeveyn öğretmenliği" oldu.  Çocuğun bütün derslerini, ödevlerini takip etme, motive etme, derse oturtma, teknik aksaklıları giderme, eksiklerini saptama, geride kalmaması için mesai harcama sorumlu ebeveynlerin en büyük görevlerinden biriydi.

Bu süreçte en büyük sınavı devletler verdi. Sosyal devlet anlayışının önemi bizzat yaşanarak görüldü. Güçlü ekonomiler halkın yanında durarak bu zor günlerde ekonomik kayıpların yansımalarını hafifletebildiler. Ne yazık ki Türkiye şeffaf olmayan zayıflatılmış kamu ekonomisi ile puan kaybetti. İntiharlar, iflaslar, boşanmalar gözle görülür şekilde arttı.

Çoğumuz soluk almak, iletişimde olmak, hayatı kaçırmamak adına sosyal medyaya daha fazla vakit ayırmaya çalıştık. Pek çok kişiyi tanıdık. Parlayan isimler olduğu kadar puan kaybedenler de oldu. Ve yepyeni dijital platformlarla birlikte farklı alışkanlıklar edindik. İktidarın sopasına dönüşen ana akım medya popülerliğini önemli ölçüde kaybetti. Tencereler boşken %7 büyüdük masalları bu zor günlerde içi kan ağlayan kitlelere hiç de inandırıcı gelmedi.

Diğer yandan oturup düşünmek, hayatımızı sorgulamak, yapamadıklarımıza kafa yormak için yeterince vaktimiz oldu. Hobilerine vakit ayıranlar, yazlığı kışlığa çevirenler, dağ başında kulübe hayalini gerçekleştirenler, karavanı daimi eve çevirenler sayıcı hiç de az değil.

Olumsuz etkilerini bir kenara bırakırsak pandemi günleri yazınsal anlamda bana çok olumlu yansıdı. Yakın bir zaman önce bir blog açtım. Arada sırada da olsa kendim için birşeyler yazabilmek güzel bir duygu. Zaten hayatımın çoğu  medyada yazı işleriyle geçti. Şimdilerde ise Covid’in dönüştürdüğü 10 değişim alanı ile ilgili bir kitap yazıyorum. 

Prof Uğur Şahin'in 20 Mayıs 2021 tarihinde Bilim Kurulu toplantısına canlı bağlanarak Eylül 2021'e kadar 120 milyon doz aşı sözü vermesi yokuşun sonunu gösteren önemli bir tarih oldu. Aşıda yaş skalası 40'a kadar düştü. Ümidimiz Eylül ayına kadar 20 yaş üstünün aşılanması ve önemli bir mutasyona uğramadan bu virüsün bir an önce hayatımızdan çıkması. Önümüzdeki sonbaharın virüsün gidişatını ve sonunu göstermesi açısından önemli bir tarih olacağını düşünüyorum.

Prof Şengül Hablemioğlu'nun geçenlerde paylaştığı bir araştırma Covid sonrası normal günlere geçişin o kadar da kolay olmayacağını gösteriyor. Amerikan Psikoloji Derneği tarafından yapılan bir araştırma sonucuna göre yetişkinlerin % 49'u pandemi sona erdiğinde yüz yüze etkileşimlere geri dönmekten rahatsızlık duyacaklarını belirtmiş. Aşı olanlarda bu oranın  % 48 olduğu saptanmış."Mağara sendromu" adı verilen durum iki şekilde görülüyormuş. Birincisi geçen yıl “yeni normal” dediğimiz duruma alışmış olanlar. Bu yeni yaşam biçimiyle birlikte gelen olumlu değişiklikler nedeniyle kamusal yaşama yeniden katılmakta istekli değillermiş. İkincisi ise aşıya rağmen hastalığa yakalanma korkusu taşıyanlar.

Pandemi bitse bile 10 farklı alanda hayatımıza kalıcı etkiler bırakacağına inanıyorum. Şu anda üzerinde çalıştığım kitap  tam da bu konu üzerine. Bu yazı verimli geçirmek niyetindeyim.

En zor zamanlarda bile güneşimiz eksik olmasın. Ne demiş Tales: "Her şeyin yok olduğu anda bile, ümit vardır." 

Gülten MERT


1 Haziran 2021 Salı

Salya sümük İstanbul

Doğup büyüdüğüm, gençliğimi, üniversite ve iş hayatımı geçirdiğim, içinde demlenip kendimi bulduğum İstanbul ömür çizgimle paralellik taşıyor.

Yaş aldıkça İstanbul'un nasıl kalabalıklaştığına, yeşil alanlarının nasıl talan edildiğine, betona gömülüşüne, kültür sanat yaşam alanlarının/eğlencesinin nasıl bitirildiğine bizzat tanıklık ettim. İstanbul'un uğradığı bu tecavüzü ancak yaşayan bilir.

İstanbul'un son 25 yılına baktığımızda sırasıyla 1994 yılından itibaren Refah Partisi, Fazilet Partisi ve 2002 yılından 2019 yılına kadar da  AK Parti tarafından yönetildiğini görüyoruz.

Son 25 yılda İstanbul'un nüfusu neredeyse ikiye katlanmış. 1995'te 9 milyonluk bir şehir olan İstanbul, bugün 18 milyonu zorluyor. Pandemi nedeniyle ilk kez geçtiğimiz yıl göç verip 56 bin 815 kişi eksilse de önümüzdeki yıllarda bu artışı önlemek için alınan herhangi bir tedbir görünmüyor. Özellikle bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın TRT'de açıkladığı üzere Kanal İstanbul'a 250 bin yeni konut yapılacakmış. Sadece Kanal İstanbul için şimdiden 1 milyonluk bir nüfus artışından bahsedebiliriz.

AK parti tarafından ortaya konulan inşaata dayalı büyüme ekonomisi İstanbul'un konut stoğunu hesapsızca arttırırken nüfusunu da sürdürülemez bir hale getirdi. Devlete ait araziler TOKİ eliyle inşaat firmalarına verilirken, yüksek katlı imar planlarıyla da özel mülkiyete kayıtlı arsalar bir anda mantar gibi patlayan inşaatlarla  beton kulelere dönüştü. Özellikle Tarihi Yarımada'nın dışında kalan Avrupa Yakasında Bahçeşehir, Başakşehir, Beylikdüzü, Arnavutköy Anadolu Yakasında da Kartal, Tuzla, Pendik, Çekmeköy, Ataşehir gibi kenar ilçelere yapılan yüksek katlı binalar kentin trafiğini de çekilmez hale getirdi.


Bu süreçte Tarihi Yarımada dediğimiz kadim İstanbul'daki eski yapılar bir türlü yenilenemezken şehir sürekli Doğu, Batı ve Kuzey çeperlerinden genişledi. Sur dışından başlayarak yeni imar planlarıyla Zeytinburnu, Bağcılar, Esenler, Beşiktaş, Şişli gibi ilçelerdeki yeni kat artışlarıyla büyük rezidence'ların önü açıldı.

Artan konut sayısına paralel yeni yollar ne yazık ki yapılmadı. Şehirde ana arter dediğimiz iki yol E5 ve TEM yıllardır şehrin tüm yükünü çekiyor. Mevcut yollar bundan 20 sene öncesinde sadece iş gidiş ve dönüş saatlerinde yoğun olurken şimdi günün hemen her saatinde çekilmez bir trafiğe sahip. 

İstanbul sahilleri artık kanalizasyon havuzuna dönmüş durumda. Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün geçtiğimiz günlerde verdiği bir demece göre ne yazık ki evsel ve endüstriyel atık sular ileri kademe arıtma yapılmadan denize veriliyor. İstanbul'da Marmara Denizi'ne günlük ortalama 2,5 milyon ton evsel atık su deşarj ediliyor.

Ve denizin çığlığı  Marmara'nın hemen her yerinde deniz salyası olarak kendini göstermeye başladı. Uzmanlar tarafından cesedin çürümesi olarak nitelendirilen deniz salyası (müsilaj)  Marmara’da kirlenmeden kaynaklanan tür çeşitliliğinin azalması ve kirliliğe dayanabilen türlerin fert adetlerindeki patlamalardan kaynaklanıyor. Oldukça yapışkan bir madde olan deniz salyası denizdeki balık yumurtalarının, larvaların, hareket edemeyen midye ve istiridye gibi canlıların üzerine çöküp oksijenlerini kesip beslenmelerini engelliyor. Uzmanlara göre deniz salyasının bıraktığı hasar en erken Ağustos ayı gibi ortaya çıkacak.


Deniz resmen "Ölmek üzereyim" diye haykırırken idareciler kulaklarını tıkamayı tercih ediyor. Bugün CHP İstanbul Milletvekili Ali Şeker'in Marmara Denizi'ndeki müsilaj (deniz salyası) sorununun araştırılması için verdiği önerge AKP ve MHP oylarıyla reddedildi. Çevre sorunlarına bu kadar duyarsız olmak, önemsememek ve bu nedenle kaybettiğimiz her dakika ilerleyen yıllarda hepimizin hatta gelecek nesillerin sağlığı ve refahı için büyük tehdit oluşturuyor. Verdiğimiz oylarla ve vergilerle o koltuklarda oturup bu kadar duyarsız olmak anlaşılır birşey değil.

Küresel iklim değilikliği su sorununu da beraberinde getiriyor. Bugün İstanbul barajları çevre illerden taşınan sularla doluyor. Kanal İstanbul projesi hayata geçerse İstanbul'un önemli doğal su kaynaklarından Sazlıdere Barajı ve Terkos Gölü devre dışı kalacak. Toprağın tuzlanmasıyla birlikte mevcut yeraltı suları da tuzlanma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. 

Geçtiğimiz Aralık ayında İstanbul'daki barajlardaki su oranı % 21'di.Yılbaşından sonra yağan yağışlarla barajlardaki su oranı bugün itibariyle % 75'e ulaştı. Ama o yağışlar yağmasaydı bugün Ankara'da olduğu gibi % 20'lerde kalabilirdik. Sıcak ve kurak geçen bir yaz mevsimi ve yağışsız geçen bir sonbaharla birlikte çok sıkıntılı bir sürece girebilirdik. Ki bundan sonra bunun olmayacağının da bir garantisi yok. Değişen yağış rejimleri artık İstanbul'u bu haliyle sürdürülebilir kılmıyor.

Çevre konusunda toplumsal bilincimizi kaybediyoruz. Sesimizi duyuramıyoruz. Duymak istemiyorlar. Ülke toprakları, ormanlar, denizler, ırmaklar, kentler gözümüzün önünde kayıp gidiyor.

GÜLTEN MERT






12 Mayıs 2021 Çarşamba

Kim ölsün, kim ölmesin!!!

Gıdım gıdım gelen aşının kime yapılacağı anlık kararlarla veriliyor. Bir bakıyorsun 40 yaş üstü avukatlar aşılanıyor, bir bakıyorsun turizmciler aşılanıyor, bir bakıyorsun futbolcular aşılanıyor, bir bakıyorsun sağlık çalışanlarının eşleri aşılanıyor.... 

Pandeminin kahramanları "Sağlıkçılarımızın" aşılanmasını gönül rahatlığıyla istedik. Ayrıca büyük kamu görevi yürüten öğretmenlerimizin de aşıda önceliklenmesini  de destekledik. Ama şimdi işin rengi değişmeye başladı. Liste keyfiyete bağlandı. 

Sabah kalkıyoruz, her gün bir aşı grubu peydahlanıyor.

Sıradan biriyseniz ve hiçbir kurumla bağınız yoksa canınızı korumaktan başka şansınız kalmıyor. 

Virüsün kimi nasıl etkileyeceği belli değilken, yaşam hakkı anayasa madde 17'de herkes için eşitken, aşı keyfiyen her gün farklı gruplara öncelikleniyor.

Virüs pazarda, kuaförde, fabrikada, markette, sokakta, okulda, bakkalda, manavda, ofiste, evde yok mu? Yarın sabah uyanacağız ve diyecekler ki "Gelen aşılar gümrük memurlarına yapılacak ya da hal çalışanlarına yapılacak" Yarın ne duyacağımız belli değil. Can herkesin canı. Ateş düştüğü yeri yakıyor.

Sağlık çalışanları aşılanırken Eczacılar aşılanmadı. 212'li gazeteciler aşılanırken 212'sizler aşılanmadı. Avukatlar aşılanırken Uzlaştırmacılar aşılanmadı. Ölümcül bir pandemide bir grup ya da zümreye ayrıcalık tanırsanız telafisi olmayan haksızlıklara yol açarsınız. 

Öncelikleme yaşa ve kronik rahatsızlığa göre olmalıydı. Mesleklere göre keyfiyen yapılan her seçim insan hakların aykırıdır. Aşısı bulunan bir hastalıktan ölümlerin artık bir sorumlusu vardır. Bu keyfiyet birgün bunun hesabını vermelidir.

GÜLTEN MERT

26 Nisan 2021 Pazartesi

Sosyal medyada artık nelere şaşırmıyoruz?

Sosyal medya kullanımı yaygınlaştıkça toplumun çeşitli kesimlerini yakından tanıma fırsatı buluyoruz. İlk başlarda şaşırdığımız pek çok şey hala çoğumuzu rahatsız etse de zamanla alışıyoruz. Fakat farkettim ki artık şaşırmıyoruz.

  1. Süper zenginlerin pandemi kısıtlamalarında yalılarından/malikanelerinden fotoğraf çekip, altına da dalgalı sözler yazıp, minicik evlerinde canı sıkılanlara caka satmalarına.
  2. Sosyeteye karışan sonradan görmelerin sırf paylaşım olsun diye yüz maskesinden, poğaça tarifine kadar akla gelen her nevi copy past bayağı içeriği “ mankenleri çatlatan pozlarla” şaşalı evlerini vitrinleyip hava atma çabalarına.
  3. Yetersiz eğitim alt yapılarına rağmen çeşitli alanlarda kendilerini “uzman”  olarak vasıflayanların, içeriğinin ne olduğu belli olmayan birkaç kitap yazıp, önemli kişi görünmelerine. 
  4. Kendilerini muhafazakar olarak tanımlayan bazı kişilerin ramazan ibadetini gösterişe dönüştürüp, fotoğraflayıp Instagrama eklemesine ve bu pozlara 7 yaşındaki küçücük çocuklarını da dahil edip çocuğu gece zorla sahura uyandırıp, ardından abdeste ve namaza zorlamalarını ibadetten sayıp caka satmalarına ve onlara sayısız “beğeni” gönderenlere.
  5. Facebook’ta grup açıp, grup yöneticisi vasfıyla sürekli kendi reklamını yapıp, sanki şişirme bir devlet adamı edasıyla caka satanlara.
  6. Çocuklarının her halini sürekli paylaşma gereği duyan ünlü kişilere.
  7. Bazı diyetisyenlerin her gün bir meyveye sarılıp Instagram pozu vermesine.
  8. Twitter’ın kinin ve nefretin kusulduğu, her türlü hakaretin yapıldığı, sataşmanın serbest olduğu bir meydan muharebesi alanına dönüşmüş olmasına.
  9. Instagramda ikide bir asansör selfisi paylaşmaktan sıkılmayanlara.
  10. Bazı ev hanımlarının Facebook ve Instagram'da sürekli kahve tepsisi fotoğrafı paylaşmaktan hala bıkmamasına.
Gülten MERT

20 Nisan 2021 Salı

İnsan sürüleri içinde bireyin değersizleşmesi

İstanbul'da, sıradan bir günde bir otomobil, bir sokak arasından geri geri caddeye çıkmaya çalışıyordu. Otomobil sürücüsü önünde duran moto kuryeyi görmedi. Çarpmanın etkisiyle araba hafifçe sallandı. Arabayı kullanan kişi hemen inip arabasının kaportasını kontrol etti. Ve istifini bozmadan arabasına geri döndü. Belli ki arabasında önemli bir durum yoktu. Üzerinde bir canlıya çarpmış olmanın hiçbir ezikliğini, endişesini göremedim. Özür bile dileme gereği duymadan yoluna devam etti. Motokuryenin sakinliği ise artık bu şehir magandalarını içselleştirip, duruma çaresiz bir duyarsız kalma, kabullenmeden ibaretti. 

Ve bu tablo karşısında aklımdan o kadar çok şey geçti ki.. Motokurye açısından durumu değiştirememe, karşısında oluşan çaresizliğin artık uyuşukluk boyutunda bir duyarsızlığa dönüşmesi, her gün tekrarlanan magandalığın sıradanlaşması, gündelik hayatın akışında cana ve mala somut bir zarar gelene kadar tüm döngüleri sadece ve sadece zamanında tamamlayabilme telaşesi. 

Otomobil sürücüsü ise artık bencilliğin tavan noktasında, içinde yaşadığı insan sürüsü karşısında tanımadığı, bir daha hiç görmeyeceği herkese karşı tüm insani değerlerini kaybetmiş olmanın rahatlığı içindeydi. Bu öyle bir rahatlık ki başkası için edişe duyma, gerektiğinde özür dileme, hakka saygı duyma gibi kavramların yok oluşunun verdiği bir mübahlık durumu.

Bu namütenahi mübahlık durumu özellikle covid öncesinde İstanbul'da restoranlarda sıklıkla karşıma çıkardı. Özellikle haftasonları yer bulmakta zorlandığımız hemen her yerde (İstanbul Boğazı, büyük AVM'ler, büyük meydanlar vs) kahvaltı, atıştırma gibi ihtiyaçlarımızı gidermek için oturduğunuzda gelen hizmetteki yetersizlikler, menülerdeki yanlışlıklar müşterinin herşeyi bırakıp kalkıp gitmesi kadar doğaldı. Çünkü restoran/kafe her zaman ağzına kadar doluydu. Kapıda oturmak için boşlukları kollayanlar her zaman vardı, ciro derdi yoktu,  biri memnuniyetsiz gitse bile yerlerini dolduracak sürüler sırada bekliyordu.

Metropollerdeki zaman yarışı, insan çokluğu önüne gelen herşeyi silindir gibi ezip geçiyor. Saat gibi kurulmuş insan sürülerini, koyun sürüsünden daha beter ve kontrolsüz bir hale dönüştürüyor. Kirliliğin artık mübahlaşması, içselleştirilmesi yaşamı çekilmez hale getiriyor.

Kirlilik toplumun katmanlarına yayıldıkça liyakat, dürüstlük, doğruluk gibi erdemlerin toplumla bağı zayıflıyor. Aslında çok büyük bir ahlak erozyonu içerisindeyiz. Toplumda dini simgelerin artması nedense ahlaki açıdan aynı paralellikte yükselmiyor. Kişinin Allah ile kendi arasında olan din ilişkisi gösterişe dönüşürken, geniş kitlelerde ibadetin yaygınlaşması ahlaki anlamda büyük bir dönüşüme, erdeme dönüşemiyor. 

İnsan sürülerinin anlamsızlaştığı metropollerde hiç bir erdem zaman yarışından, kazançtan, günü tamamlamaktan öteye gidemiyor. Tabi bu bahsettiklerim çoğunlukla gözüme çarpan ve beni rahatsız eden bir tablo. Toplumda yüzde yüz bir çürümeden hiç bir zaman bahsedemeyiz. Aksi halde toplum ayakta duramaz. Mutlaka iyi, erdemli insanlar da var. Fakat son zamanlarda sayıları giderek azalıyor.

Dünyanın hala iyi insanların hatırına döndüğüne ve onların gücüyle ayakta durduğuna inanıyorum.

GÜLTEN MERT


13 Nisan 2021 Salı

Dağ kekiği maceramız | Dağ kekiğinin özellikleri

Tıbbi ve aromatik bitki türleri arasında dağ kekiğinin çok ayrı bir yeri var. Dağ kekiği Türkiye'nin farklı yerlerinde kendiliğinden yetişiyor.

Eğer dağlık bir bölgede yaşıyorsanız rüzgarın burnunuza getirdiği dağ kekiği kokusu kadar rahatlatıcı bir koku tanımıyorum.

Taş kekik, dağ kekiği nasıl toplanır? | Dağ kekiği nasıl kurutulur?

Size taş kekik denilen ve dağlarda kendiliğinden çıkan taş kekiği / dağ kekiğini anlatmak istiyorum.

Türkiye'de Mayıs ayında dağlarda çiçeklenen taş kekiğini daha çok taşlık alanlarda görürsünüz. 

Biz dağ kekiklerini köklerine zarar vermeden toplamaya çalıştık. Çünkü biliyoruz ki sorumluluğumuz gelecek nesillerin de hakkını korumak. Doğayı hoyratça tüketmeden, doğal döngüyü bozmadan hakkımıza düşeni almak. O yüzden mutlaka bir makas yardımıyla toplamanızı öneririm.

Kekikleri topladıktan sonra tozu ve çamurunun gitmesi için yıkadık. Dağ kekiklerinin suda uzun süre bırakılmasını tavsiye etmiyorum. Aroması gidiyor. Ardından bir tepsi içinde fazla suyunu aldık.

Demet haline getirdiğimiz dağ kekiklerini  havadar bir yerde kuruttuk. Biz dağ kekiklerini kurutmak için bahçemizdeki dut ağacını tercih ettik. Güneş almayan bir yerde kurutmanızı tavsiye ediyorum.

Taş kekik denilen dağ kekiği  uzun saplı ve çok küçük yapraklı olduğu için ufaladıktan sonra saplarının araya karışmaması için tel süzgeçten geçirilmesi gerekiyor. Aksi halde sert sapları yemek içerisinde rahatsız edici olabilir.  

Dağ kekiklerini hava almayan bir kavanozda saklayabilirsiniz. 

Toplaması biraz zahmetli olmakla birlikte oldukça bereketli bir bitki. Bir demet dağ kekiği size 2 yıl yetebilir. 

Taş kekiğinin sofrada kullanımı

Taş kekiğini kahvaltıda zeytinin üzerine serpebilirsiniz. Kahvaltılık çemen dediğimiz biber salçasına katabilirsiniz. Et yemeklerinde kullanabilirsiniz.

Benim favori tercihim kahvaltıda kullanmak ya da  çayını içmek. 

Dağ Kekiği çayı hazırlama

Kekik çayı hazırlamak için  küçük bir cezveye bir bardak su koyup içine bir tutam kekik ekleyip suyu  kaynadığı gibi altını kapatınız. Aromasının suya karışması için birkaç dakika demlenmeye bırakmalısınız. Özellikle kendinizi yorgun, keyifsiz hissediyorsanız güzel kokusuyla dinginlik veriyor. Bir bardaktan fazla içilmesini önermiyorum. Çünkü çok güçlü bir içecek. Kullandığınız ilaçlar varsa onlarla etkileşime girebilir ya da fazlası vücudunuza dokunabilir. Mutlaka doktorunuza danışınız.

Dağ kekiğinin en bilinen faydaları

Ateş düşürme ve antiseptik özellik:

Dağ kekiğinin pek çok faydası var. Fakat bu konuda size yıllar önce yaşadığım bir deneyimimi anlatmak isterim. Bir yaz mevsimiydi. Birden bire ateşlenmiştim. Muhtemelen bir yerden mikrop kapmış olmalıydım. O yaz okuduğum Maurice Messegue'nin yazmış olduğu Tabiat Haklıdır kitabından çok etkilenmiştim. İçinde kekiğin ateş düşürdüğü ve antiseptik (mikrop öldürücü) etkisi olduğundan bahsediyordu. Ben de  bol miktarda kekik çayı içip bahtaniyeye sarındım. Sıtmamın geçmesiyle birlikte çok yoğun terlediğimi ve terle birlikte hem ateşimin geçtiğini hem de halimin yerine geldiğini çok iyi hatırlıyorum. O günü hiç unutmuyorum. Kekiğin mucizesine o gün inanmıştım.

Kekiğin diğer faydalarına gelince;

Prof  Dr. İbrahim Saraçoğlu'nun tavsiyelerine göre kekiğin faydalarını şöyle sıralayabiliriz: Mide bulantılarınızı giderir. İdrar söktörücüdür. Bağışıklık sitemini kuvvetlendirir ve vücut direncini arttırır. Kalpteki ritim bozukluğunu ve çarpıntıyı önler. Kronik astıma, grip ve nezle gibi hastalıklara iyi gelir. Bakteri ve mikroplara karşı etkilidir. Enfeksiyonları önler. Sinirlere iyi gelir. Stresi azaltır. Bağırsak iltihabını yok eder. Bağırsak kurtları ve parazitlerden kurtulmanızı sağlar. 

Dağ kekiğinin zararları

Prod Dr. İbrahim Saraçoğlu'nun tavsiyelerine göre; kekik pıhtılaşma bozukluğunuz varsa önerilmez. Mide kanaması için risk grubundaysanız özellikle mide ülseriniz varsa tüketmemelisiniz. Hamileyseniz troid bozukluğunuz varsa tüketmemelisiniz.

GÜLTEN MERT


12 Nisan 2021 Pazartesi

Cem Seymen'in ilk kitabı ve Türkiye gerçekleri

Cem Seymen'i CNN TÜRK'te çalıştığım dönemlerde tanıma fırsatı bulmuştum. Olduğu gibi görünen, ilkeli ve bildiklerini söylemekten çekinmeyecek kadar cesur yönünü yeni kitabı Özgürlüğün Rengi Mavidir'de de sergilemiş. Seymen'in sözel anlatımda sanki önünde bir promter dururmuşcasına saatlerce tükenmek bilmeyen anlatı yeteneğini, insanı hipnotize eden coşkusunu ve bitmeyen enerjisini satır aralarında yoğun bir şekilde hissettim.

Zehirli egoların ülkesinde kaybettiğimiz özgürlüğü bize hatırlatan Cem Seymen, kendi hayatından verdiği örneklerle bulunduğumuz düzenin acı fotoğrafını çekiyor.

Kitapta içinde bulunduğumuz çürümenin çeşitli evrelerini sıralarken neler kaybettiğimizi de geniş bir yelpazede anlatmış. Sıklıkla dünya edebiyatından verdiği örneklerle de okuyucuya umudu, mücadeleyi ve çıkış yolunun anahtarlarını sunmuş.

Farklı düşünenin susturulduğu, umutların kırıldığı, iyi yetişen gençlerin yurtdışına gitmek zorunda bırakıldığı, maden şirketlerince yağmalanan dağların, yok olmaya yüz tutmuş atalık tohumların, tarımda artan dışa bağlılığın, eğitimdeki fırsat eşitsizliklerinin büyük sorun olduğu günümüzden 1980 Darbesi'ne, Köy Enstitüleri'nin kapatılmasına kadar geri kalmışlığın vurucu dönemlerine dramatik bir bakış sergilemiş. Fakat Cem Seymen sunduğu bu acı ve gerçek tablonun karşısında ezilmemiş, çıkış yolları için verilmesi gereken mücadelenin anahtarı olan umut ve cesareti kitabının hemen her bölümüne ilmek ilmek işlemiş. 

Kitabın büyüsünü bozmamak adına çok fazla yorumda bulunmak istemiyorum. Merak edenler Özgürlüğün Rengi Mavidir'i mutlaka okumalı.

Gülten MERT



11 Nisan 2021 Pazar

Pandeminin tutsakları: Çocuklar ve yaşlılar

Covid 19 pandemisi bir yılı aşkın bir süredir devam ediyor. Nisan 2021'e geldiğimiz şu günlerde aşı tedarikindeki sıkıntılar süreci zorlayıcı bir hale soktu.

Vaka sayıları 50 bini aşmış durumda. Hafta içi çocukların ve yaşlıların sokak kısıtlaması dışında  hemen hemen herşey serbest. Restoranlar açık, toplu ulaşım araçları hınca hınç dolu, iş yerleri açık, kademeli mesaiyi kaldırdık.

İş hafta sonuna gelince durum ev hapsine dönüşüyor. Fakat bu durumdan en çok etkilenen kitle yine çocuklar ve yaşlılar. Zaten hafta içi birkaç saat dışarı çıkabilen yaşlı ve çocuklar için  hafta sonu kısıtlaması hiç de kolay değil. Güneşe, D vitaminine, harekete, oksijene en çok çocuklarımızın ve yaşlılarımızın ihtiyacı var. En azından hafta sonları onlar için belirli serbestlikler sağlanabilirdi. Tüm esnekliklerin ve ekonomik hareketliliğin faturası yine onlara kesiliyor. Hafta sonu kısıtlamasında da parkların kapılarına kilit vurulmuş durumda. Tam 1 yıldır yaşlılarımızı ve çocuklarımızı eve kapatarak pandemiyi dizginlemeye çalışıyoruz. Fakat süreç uzadıkça durum iyice dramatik bir hal almaya başladı. 

Temennimiz ülkemizin ve dünyanın bir an evvel bu pandemiden kurtulması.

Gülten MERT



Menekşe bakımı nasıl olmalı?


Menekşeler evlerimizde sıklıkla yetiştirdiğimiz ve her daim evimize sıcaklık veren çok yaygın bir çiçek türüdür. Menekşenin çok çeşitli renkleri vardır. Özellikle Afrika menekşesi mor, mavi, pembe ve eflatun renklerde açar. Menekşe yerini severse çiçekleriyle odanıza neşe katar. 

Evde menekşe yetiştirmek oldukça kolaydır. Menekşeleri soldurmadan büyütebilmek için birkaç noktaya dikkat etmek gerekir. 

Menekşeyi ışıktan mahrum bırakmayın!

Menekşe ışığı sever. O nedenle cama yakın bir yere konulmalıdır. Mümkünse bir kalorifer peteğinin üzerindeki mermere konulmalıdır.

Menekşe nasıl sulanır?

Menekşeyi sularken çok dikkat etmek gerekir. Menekşe sulanırken kesinlikle yapraklarına su değmemelidir. Mümkünse menekşe tabağının içine su konulup alttan su çekmesi sağlanmalıdır. Ya da menekşeyi yapraklarına su değdirmeden dikkatli bir şekilde sulayabilirsiniz.

Menekşe nasıl çoğaltılır?

Menekşenin yaprağını dibinden kırıp, bir su bardağının içine biraz su koyup, yaprağı 10-15 gün bekletirseniz yaprağın dip tarafının köklendiğini göreceksiniz. Köklenen menekşe yaprağını çok fazla derin olmayan bir saksının içine 2-3 cm derinlikte dikebilirsiniz. Saksıya ekine menekşe yaprağının zamanla dallanıp budaklandığını göreceksiniz.

Gülten MERT 

Menekşe bakımında püf noktaları